top of page

İlk Aşk


Haziran 99, Atlantik Okyanusu üzerinde bir yerler. 4-5 saattir uçmaktayım ve bir bu kadar daha uçucam. Şimdiye kadar oluşan uçuş istatistiklerim ise şu şekilde:

  • Uyku : 0 (sıfır)

  • Tuvalet ziyareti : 0 (sıfır)

  • Yerimden kalkma : 0 (sıfır)

  • Seyredilen film : 2 (Shakespeare in Love, Pleasantville)

  • Dua edilerek geçirilen saat : 5 (“Lütfen Yaprak’ın ecstasy kanalı olsun, lütfen Yaprak’ın ecstasy kanalı olsun...”)

Yolculuk sebebim Amerika Birleşik Devletleri’ne taşınmasının yedinci sene-i devrinde Yaprak’ı, yani ablamı, sonunda ziyaret etmek. Yaprak’la aramızda miladi takvimle 2.5 yıl, okul dönemi olarak 3 yıl ve sonuç olarak 1 jenerasyon var: ben ilkokulda debelenirken o ortaokula başladı, ben ortaokula geçerken liseye geçti, ben liseye geçerken alıp başını üniversite okumak için Amerika’ya gitti.

Şimdi ise, üniversiteyi bitirmiş, önemli bir kararla San Francisco’ya taşınıp profesyonel hayata adım atmış durumda. Ben de uçağa binmeden tam bir buçuk gün önce önemli bir kararla ilk ecstasy’mi (bundan böyle “ex” olarak anılacaktır) almışım. Bilen bilir, ilk ex ilk aşk gibidir sevgili Kırmızı Şortlu Çocuk sevdalıları. Tek farkla; ilk ex sizi hiçbir zaman üzmez, öpmeye kalkarken dişinizi çatlatmaz, gece gece evinizi arayıp siz diye annenize ilan-ı aşk etmez.

İşte saatlerdir, herkes fosur fosur uyurken, heyecandan bir dakika dahi gözümü kırpamamamın, ekranda sümsük Gwyneth Paltrow, yukarıdaki duayı mırıldanmamın sebebi bu. Birkaç saat sonra başımda kavak yelleri, iç kulağımda 30 bin feet basınçla Amerika’ya sonunda ayak basıyorum. Yaprak’la sarmaş dolaş taksi sırasına doğru yürürken kafamda tek soru var: Ne zaman kanalın var mı diye sorsam ayıp olmaz acep? Sağduyum, ki pek kaldığı söylenemez, en az birkaç gün beklememi, laf açıldığı zaman soruvermemi salık veriyor. Ama arkadaş ex muhabbeti de nasıl açılacak ki? Her ne kadar ben İstanbul’a üniversiteye yollandıktan sonra Yaprak’la kedi-köpekliği bırakmış, aksine sağlam mektup arkadaşı (evet mektup arkadaşı) olmuş olsak da uyuşturucu güncemi de paylaşmamıştım.

Ama işte Allah sevdiği kulunu kollarmış, Yaprak’ın bendeki garipliği fark etmesi fazla sürmedi. Takside bana ne kadar harika bir yaz geçireceğimizi heyecanlı heyecanlı anlatırken suratına bön bön bakmamdan kıllanıp, “sende bir gariplik var, iyi misin?” diye sorar sormaz, ağzımdaki baklayı çıkartıverdim. Önce şaşkınlıkla “hmm, bakarız, buluruz heralde, bir sormam lazım” dedi, hemen ardından da “bir dakika ya, ne alaka, nereden çıktı şimdi bu, seneler sonra geliyorsun da ilk sorduğun bu mu?” diye bir ufak payladı. Yakın gelecekte Yaprak’a bu konuda bel bağlayamayacağım belli olmuştu. “This is pencil, that’s a hat” seviyesindeki ingilizcemle sokaktan almaya da cesaret edemezdim. Aşk acısı vurmaya başlamış, şimdiden hasret çeker olmuştum...

Yaprak beni odasına yerleştirdikten sonra işe geri döndü. San Francisco’nun gay mahallesi Castro’da, 3 katlı, her katta ortak mutfak ve tuvalet bulunan Victorian tarzı ve daha çok yurdu andıran bir evde oda sahibiydi. Yaprak gider gitmez, uykusuz, sersem ve yorgun her yolcunun yapacağı şeyi yaptım ve buzdolabında bulduğum biralarla evin önündeki merdivenlere oturup geleni geçeni izlemeye başladım.

Sokağın karşısında “Moby Dick” adında bir bar vardı. Edebiyat sevdalılarının buluşma noktası olduğuna kanaat getirdim (http://www.mobydicksf.com/). Bir yandan da bahçe kapısının önünden geçen “gerçek Amerikalılar”ı doğal ortamlarında, belgesel seyreder gibi seyretmekte, çeşitli düşüncelere dalmaktaydım.

"Acaba markete gidip bira almaya kalksam ne kadar rezil olurum?" diye düşünürken bahçe kapısından içeri kaykayıyla bir eleman girdi. 6 Corona sağ olsun, üzerimdeki çekingenlik gitmişti ve bu sayede (aynı zamanda da eski bir kaykaycı olarak) hemen muhabbete daldım. Ollie (kaykayla zıplamak yani) yapmaya çalışmaktan vazgeçip aleti kenara koyarken “Etrafta iyi clublar var mı kaykaylım?” diye sordum. Üniversite öğrencisi kaykaycı kardeşim heyecanla bana şehrin en iyi clublarını anlatmaya başladı. Ne club isimlerini ne adreslerini ne de buralarda ne tür müzikler çaldığını anlıyordum. Ama olsundu, güzel anlatıyordu. Dışardan bakanlar “aaa iki Amerikalı kaykaycı muhabbet ediyor, ne cool yarabbi” diye düşünürlerdi. Artık yavaş yavaş kendimi buralı hissetmeye başlamıştım bile.

Kankam muhtemelen şehirdeki tüm içki satan yerleri saydıktan sonra, samimiyetimizin artık yeterince ilerlediğine ikna olup kendisine “ee peki buralarda ex nasıl buluyoz badicim?” diye sordum. Kankito “aa ayarlarız ayıpsın” dedi ve kalkıp eve girerken onla gelmemi işaret etti. Peşinden eve girdim. “Hmm, demek gerçek Amerikalı odası böyle oluyor” diye düşünürken kaç tane ex istediğimi sordu. Ben kendi ex’ini paylaşır, en fazla yarım kırar verir zannederken, bana sayı soruyordu! Galiba en iyi arkadaşım olmuştu bile. 4 diyiverdim bilmiyorum niye. Çorap çekmecesinden içinde yüzlerce hap olan koca bir torba çıkardı ve 4 hap uzattı (no name). Kendisinin badim diil torbacım olduğunu anlayınca bir ufak hayal kırıklığına uğramadım değil. Ama olsundu, en önemli sorunumu, ülkeye adım attıktan 2 saat sonra çözmüştüm. Hem de torbacım Yaprak’ın alt komşusuydu! Bundan iyisi Şam’da kayısıydı. “Ot da lazım mı?” dedi? Gönder gelsin dedim.

Gelir gelmez ex bularak Yaprak’ta haklı bir gurura ve endişeye yol açmıştım açmasına, ancak o exler kendi kendilerini yutup çılgınca dans edecek değillerdi. Buraya geleli Birkaç hafta olmuştu bile ancak hala bir club’a gitmek nasip olmamıştı. Her gün fasulye deneyini kontrol eden ilkokul çocuğu gibi buzdolabındaki ex’leri kontrol etmekte, bozulmamaları için dua etmekteydim. Ancak artık yeterdi. Baktım Yaprak’tan bir hareket yok, 14 Temmuz 1999 Çarşamba gecesi tek başıma bir club’a (tür. kulüp) gitmeye karar verdim.

Hedefim 1015’di (1015.com). Kapıdan alınmam korkusuyla en janjanlı pantolonum (Almanya’dan aldığım gri latex! pantolonum), en seksi tshirtüm (daracık! düz siyah tshirt) ve en havalı takılarımla (bisiklet zinciri! şeklinde kolye) süslenmiştim. Kimlik bilgilerimin olduğu sayfası ayrılmış şekilde pasaportum hazır, yavaş adımlarla kulübün kapısında bekleyen zenci abiye yanaşmaya başladım. Ne kadar sessizce yanaşmışsam artık, sokakta benden başka kimse olmamasına rağmen adam beni dibine girene kadar görmemişti. Beni gördüğü anda da filmlerde polislerin kimlik göstermesi gibi pasaportumu burnuna sokuverdim. Yerinden fırlayıp “Jesus, man” diye bir şeyler bağırdı. Ben ona hala doğum tarihimi göstermekle uğraşırken “just ten bucks, just ten bucks” diyip duruyordu. 1o doları verip içeri girdim. Tanrım, bu bölümü de atlatmıştım - bundan sonrası yokuş aşağıydı!

Kulübe girer girmez hemen bara yanaştım. Her ürkek ve abaza Türk genci gibi planım önce barda geçici bir noktaya yerleşip, oradan da - bayan yoğunlaşmasına bağlı olarak - dans pistinde yerleşeceğim esas üssü belirlemekti. Ama koca bar bomboştu. Dans pisti de. DJ de ortada yoktu. Heyecandan o kadar erken gelmiştim ki (22:00 civarı) ortalıkta benden başka müşteri yoktu! Hatta bar dolaplarına biralar daha yeni yerleştiriliyordu! Herkes bana bakıp da “aa erken gelmiş, belli ki buralardan değil, heralde İngilizce'si de kötüdür” diye düşünüyordu. Utancımdan yerin dibine girmiştim.

Ne edecem bu kadar saat diye düşünürken dans pistinin iki köşesinde duran dev hoparlörlere ilişti gözüm. Kendimden emin, bir tanesine yanaştım ve arkasına geçip kablolarını çekiştirmeye, kulağımı (bangır bangır müzik çalarken) dayayarak sesini ölçmeye, telefonumun ekran ışığıyla eğilip sağına solunu kontrol etmeye başladım. Kim olduğumu hemen bildiniz tabi ki değil mi Kırmızı Şortlu Çocuk müptezelleri: evet - Dj asistanıydım! O gece çıkacak DJ'den önce gelmiş (tabi ki), ses sistemini kontrol ediyordum. Artık bardaki elemanlardan biri, beni yere uzanmış subwooferın vida girişlerine parmağımı sokarken görünce “aa, DJ’in asistanı da gelmiş” diyecek, işine devam edecekti.

Bu şekilde bir süre daha bir yandan çalan müziğe ufak ufak dans ederek (sonuçta girmeden yarım ex yapmıştım) kontrollerime devam ettim ve ancak çalışanların asistan olduğumu anladıklarından emin olduğum noktada bira almak için bara gitmeye karar verdim. Arkamı döndüğümde DJ’in çalmaya başlamış, pistin de neredeyse dolmuş olduğunu gördüm! Saate baktım – yaklaşık bir buçuk saattir arkam piste dönük, mal gibi asistanlık yapıyordum!

Güle oynaya dans edenlerin arasına karıştım ve gece bitene kadar pistten sadece bir kez, tuvalete gidip diğer yarımı yapmak için ayrıldım: Tuvaletten çıkıp aynada göz bebeklerimin ne kadar büyümüş olduğunu kontrol ederken yanımda ellerini yıkayan eleman anadilimde “ne hale gelmiş mınagoduumun çocuğu” diyip dönüp tuvaletten çıktı. Kulübün nadide beyaz kumaş pantalon + rugan ayakkabı giyen, asma kattaki lounge’da oturan, yanlarındaki slav eskort/modellere sürekli şampanya açtıran grubuna dahildi ve arkasından “ayıp oluyo ama ne küfrediyon” diye seslenmemi de ne yazık ki duyamamıştı.

Beyaz pantollular dışında kulüpteki herkes çok tatlıydı. En son sabaha karşı ışıklar yanıp da pisti terkedene kadar bissürü insanla tanıştım, kol kola dansettim, dediklerinden bir bok anlamasam da bir ton muhabbet ettim. Kapının önünde taksi beklerlen hala herkes birbirine gülümsüyordu. Beyaz pantollular dev ciplerinde uzaklaşırken ben de, şöförün küfürlerine rağmen, elimde sigara taksiyle Castro’nun yolunu tutmuştum.

Odaya girip bir Corona açıp bir de sigara sardım. Discman’e Paris Is Sleeping, Respect Is Burning’i koyup gözlerimi kapattım. Bu kadar güzel, etkili bir müziği nasıl olup da devrimci emellerimiz için kullanmadığımıza şaşırdım. Şaşırdıkça bunu ilk düşünenin ben olmuş olamayacağımı düşündüm. Bir süre sonra ise bunu ilk benim keşfettiğime kesin kani oldum. Haziranda Ölmek Zor’un house remixinin (Kenan Doğulu’nun Cumhuriyet’in 75. Yılı için yaptığı “Çıktık Açık Alınla” remixi gibi) nasıl tutacağını, nasıl milyonlar tarafından dinleneceğini, nasıl bu şekilde kitleleri devrime çekebileceğimizi düşünürken uyuyakaldım...


Recent Posts
bottom of page