top of page

Kabile or No Kabile, This Is The Question


Nisan, 1995. Yer, Bostanlı, Karşıyaka. Ekip: Kırmızı Şortlu, Ayı Göks, Gundi, Musti ve Sibop. Bornova Anadolu Lisesi son sınıftayız. Servisten inmiş, Sibop’un hafta içleri boş olan evine yürümekteyiz. Derdimiz büyük - ve de hep aynı. Beş kuruşsuzuz ve yaklaşan ÖSS sınavları nedeniyle mütemadiyen içki içmemiz lazım. İçelim ki karanlıklar aydınlansın, içelim ki yüreği pır pır eden..Neyse tamam sustum.

İşte böyle kös kös Sibop’un eve doğru yürürken her zamanki gibi bir köpek havlamakta. Ufak, koca kafalı, beyaz renkli ve alkolik bir köpek bu. Ne zaman o sokaktan geçsek, evin penceresinden sarkmış gelene geçene küfrü basıyor. Hele biz sokağa gimeye görelim - sanki kuyruğuna (ki kuyruk diil bir adet ponpon) basmışlar gibi sesler çıkarıyor. O bize biz de kendisine gıcığız anlayacağınız. İşte bu gıcıklık ile bu çulsuzluk birleşince Ayı Göks’ün aklına müthiş bir fikir geliyor: bu küfürbaz köpeği çalıp satmak! Huyu bozuk tamam ama belli ki marka bir köpek, para yapar.

Aramızda bu dahiyane fikri enine boyuna tartıştıktan sonra ben ve Ayı Göks operasyonda görevlendiriliyoruz. Köpeğimizin (ki kendisine bilahare Scotty ismini uygun göreceğiz) binanın giriş katında oturuyor ve sürekli de pencerede takılıyor olması avantajımıza. Dezavantajımız ise yakalanırsak muhattap olacağımız linç. Ancak Ayı Göks cüssesinden beklenmeyecek bir kıvraklıkla, pencereden ana avrat küfreden Scotty’ı yakalayıp çekiyor ve kabanının içine saklayı veriyor. Birkaç dakika içerisinde Scotty’le birlikte Sibop’tayız.

Sonraki birkaç saatte bir kısmımız etrafta deli gibi koşturan Scotty’i sakinleştirmeye çalışırken diğer ekip de Scotty’e daha iyi bir aile ve muhit bulmak için işe koyuluyor. Bay Scotty evdeki tek gıda maddesi olan donmuş tavuk şinitzeli yiyip bir de hala şikayet ederken Altın Rehber’den ulaştığımız pet shopları aramaya başlıyoruz. Pet shop sahipleri nedense yaşını, modelini ve niye satmaya çalıştığımızı bilmedikleri ikinci el bir köpeği almaya yanaşmıyor.

Sonuç hüsran. Bari diyoruz elemanı evine geri götürelim de iyilik bizde kalsın. Scotty ile geçirdiğimiz kaliteli birkaç saatin ardından Ayı Göks'le birlikte kendisini iade etmek üzere sahiplerinin kapısını çalıyoruz. Kapıyı anne ve annenin bacağına yapışmış hüngür hüngür ağlayan bir kız çocuğu açıyor. Kendilerine gururla “sokakta karşılaştığımız” Scotty’i teslim ediyor ve iyiliğimizin karşılığını beklemeye başlıyoruz. Anne bakışlarıyla bize “Çabuk kapımdan defolun allahın belası aşşağılıklar sizi, yoksa polis çağırıcam” diyor. Karşı karşıya kaldığımız bu büyük haksızlık nedeniyle boynumuz bükük, Sibop’a geri dönüp bir gün öncesinde kuruttuğumuz muz kabuklarını sarıp içiyoruz. Yine kafa yapmıyorlar.

Şimdi “Eee niye anlattın bize bunu, pis köpek düşmanı” dediğinizi duyar gibiyim. Birazdan Osho gibi, Sarah Silverman gibi, Anthony Bourdain gibi enfes konuklarımız olucak, kalın benimle...

Bornova Koy Sarı Mor'a!

Geçenlerde bizim lise döneminden elemanların kurduğu bir Whatsapp grubuna - oybirliğiyle - eklenmiş bulundum (buradan cümlenize teşekkür ederim canlarım benim, bir tanelerim). Konu belli: eski günlerden hikayeler, fotolar, eşşek şakaları. Ve tahmin edersiniz ki, anlattığımız hikayeler de (yukarıdaki örnekte olduğu gibi) pek öyle ananızın-babanızın-eşinizin göğsünü kabartacak hikayeler değil. Nasıl sarhoş olduk, nasıl aşık olduk, nasıl altımıza sıçtık [:(], nasıl birbirimize kelek attık, nasıl birbirimize göz kulak olduk, nasıl beraber başımızı belaya sokup sonra nasıl işin içinden sıyrıldık. Ve işte bu aralar sürekli bu grupla yatıp, bu grupla kalkıyorum.

Her birinin üzerinden en az 20 sene geçmiş bu içme-sıçma hikayelerden ben niye bu kadar haz alıyorum arkadaş? Bir o kadar zamandır görmediğim insanlar bana “Lan Kırmızı Şortlu, o zaman da s*kko bir adamdın şimdi de öylesin lan” dediğinde niye içimi tarifi imkansız bir gurur kaplıyor? Çünkü Kırmızı Şortlu sevdalıları, galiba eve dönmüş gibi hissediyorum. İlk ilk takımıma, ilk kabileme geri dönmüş gibi. Ve lise kabilesi gibisi de yok cidden. Düşünsenize, o kadar lavuk, 7 sene boyunca birlikte yatıp kalkıyor, ergenliğin en allah-düşmanıma-vermesin zamanlarını beraber geçiriyorsunuz. Ayrıca ortak düşman da (i.e. okul yönetimi) cabası!

İnsanoğlunun sosyal bir hayvan olduğu, hayatta kalmasını birlikte hareket etmeye borçlu olduğu ve grubundan (biz bundan sonra sevgili Sebastian Junger abimizin Tribe adlı kitabına ithafenkabilediyeceğiz) ayrı kalırsa nasıl kafaen ve ruhen s*ki tuttuğu konusunda bol bol yazılıp çiziliyor son dönem. Benim gibi aşırı entellektüel ve güzel saçlı biri değilseniz bile en azından Sapiens’i okumuşsunuzdur bundan bahseden.

Eğer yakın, anlamlı ve güçlü bir ilişkiler ağınız yoksa ne oluyor peki? Rajneeshpuram oluyor arkadaşlar. Onu da duymadım demeyin artık lütfen (gerçi ben de yeni öğrendim). Gidin Wild Wild Country seyredin, Osho kimmiş öğrenin. Belgeseli seyrederken, bir yandan saban çekip, bir yandan Uzi ile nöbet tutan, akşamları da bağıra çağıra sevişen insanları gördükçe “Helal lan çözmüşsünüz işi” mi desen, “Allah akıl-fikir versin” mi desen bilemiyorsun. Ama şunu biliyorsun: Güneşli Avustralya’dan kalkıp da Allahın unuttuğu Oregon kırsalına çapa vurmaya gidiyorsan ve de bu yeni hayatından pek memnunsan kabilesel bir sorunun olmalı...

Bunu okuyan yakın çevrem (ki zaten tek okuyan onlar) “Sen de taktın kabileye haaa” diyecek. Biliyorum, son zamanlarda kabile-fetişi geliştirdim. Otu-boku kabileye bağlar oldum. Yolda küfreden adam görsem “Ahh kabilesiz kalmış garibim” diyorum, tarlasına sıçan adamı görünce “Ne güzel, ne rahat bir kabilesi var” diye düşünüyorum. Arabam olsa arkasına "I Love My Kabile" çıkartması yapıştırıcam..

Eskiden ama durum farklıydı. O zamanlar eski kabilemmiş, eve dönmekmiş gibi konular pek umrumda değildi açıkçası. Mesela bu lise grubu bir 5 sene önce kurulsa herhalde bir gece ansızın ayrılırdım. Çünkü o zamanlar aslen evden uzakta olmaktı önemli olan, ne de olsa aradığım herşey oradaydı: Kariyer, alt dudak, statü, yeni hikayeler, uyuşturucu, köpek simsarlığı…

Dopamin zirvesi peşinde geçen bu dönemle ilgili çok az pişmanlığım var. Öte yandan karaciğerim benimle bu konuda mutabık olmayabilir. Ama o dönem olmasaydı, evi de hiç özlemeyecektim büyük ihtimalle. İnsan ayrılmadığı yeri nasıl özlesin. (Gerçi bunu Sarah Silverman başarmış. Bir röportajında hayat boyu başına bela olan depresyonunu: “Evde olmama rağmen ev özlemi çekmek olarak” nitelemişti https://www.glamour.com/story/sarah-silverman-on-i-smile-back-and-battle-with-depression).

Peki bu ev nerede arkadaş söyle de biz de dönelim?

Kendimi bildim bileli (ki bu pipimin idrar-dışı işlevlerini keşfettiğim dönem demek) kafamda hep gıptayla baktığım bir fotoğraf vardır: Akdeniz’de, yeşillikler içinde bir kır evi, bahçede upuzun bir masa ve masanın etrafında saatlerdir şarap içip muhabbet eden, hikayeler anlatan aşırı yakışıklı, keten gömlekli abilerle, esmer ve kıvrımlı ablalar…Naapıyım yani, ergen olup da kıvrımlı esmer abla düşü kurmamak mümkün mü?

İşin garibi, sanırım ev demek benim için hala bu fotoğraf demek. Gerçi şimdiki versiyonu ergen versiyonundan biraz farklı: artık abilerin saçları biraz ağarmış, ablaların kıvrımlar da hafif artmış. Etrafta koşuşturan bir sürü velet de cabası. Hatta artık masada birkaç nine-dede dahi var.

Anthony Bourdain haberini alıyorum. İlk tepkim, hepimizin olduğu gibi “Tony abi nasıl olur yaaaa?” oluyor. Sen şu kır evinin baştacıydın, masalarımızın şenlendiren adamdın. Sen de “Benden bu kadar” diyorsan biz naapalım, ölelim mi?

Sonra, tabi ki, olayı yine kabileye bağlamaya çalışıyorum. Acaba diyorum Bourdain abimiz fazla mı evden uzakta kaldı, fazla mı dopamin peşinde koştu, bu masalarda ev sahibi değil de sadece misafir mi oldu?

Hepinize güneşin sofrasında, dostların arasında güzel günler diliyorum şapşiklerim benim. Köpeklerinize de göz kulak olun.


Recent Posts
bottom of page