top of page

Laboratuvara Bok Yetistirmek: Bir Coming of Age Hikayesi


Evet Kırmızı Şortlu’nun sadık izleyicileri. Bu yağmurlu, kasvetli Pazar gününde sizlere dev bir hizmetle geliyorum: Kırmızı Şortlu Çocuk'un Kendini İyi Hissetme Rehberi emrinize amade. You’re most welcome canlarım benim:

1. Eski giysilerini dağıt

2. Sadaka ver.

3. Bol tuzlu siyah çekirdek yi.

4. Modern Family/Curb Your Enthusiasm izle.

5.'Derviş Baba' Deliler, Abdallar, Meczuplar, Aşıklar Kahvehanesi’ne üye ol.

6. Aşırı iyi tenis oyna.

7. Kankitolarla bolca vakit geçir.

8. Yeğenleri mıncıkla

9. Kafa taksiciyle Tayyip ez.

Evet artık bu listeyle siz de musmutlu olabilirsiniz. Ama baştan söyleyeyim, yapmak yazmak kadar kolay diil. Buyrun ilerleme raporumu da sizlerle paylaşıyım:

Giysi yardımı: Baya bir giysi dağıttım. Daha doğrusu temizlikçi kadına verdim. Gültepe'nin yarısı Kırmızı Şortlu retrospektifi gibi geziyor olabilir. 7/10

Sadaka: Sadaka veriyorum ancak prensiplerim de var. Mesela Cihangir’de iki evsizim var, ne zaman isteseler veriyorum. Bir kere başka birisi istedi “Kusura bakma kendi evsizlerim var” dedim, bir daha kendisini görmedim. Sadaka değil ama metro müzisyenlerine de para veriyorum. Tamamen tipine göre seçiyorum ama açık söyleyeyim. Sonra kendinize "Bana Kırmızı Şortlu niye para vermedi?" diye soru sormayın, belli ki tipiniz kayık. 8/10

Çiğdem: Ne demişler "200 gramlık bol tuzlu Tadım'ın olsun, 15 milyar borcun olsun". Ben günde 4 tane tüketebiliyorum. Tavsiye etmem. 10/10

Modern Family/CYE: CYE'de seyretmediğim sezon varmış - bokumda boncuk bulmuş gibi sevindim! Modern Family’i ise ilk sezondan itibaren tekrar izlemeye başladım. Eskiden Harvey Specter olmak isterken artık Phil Dunphy olmak istediğimi üzülerek farkettim: "So tell the girls that I'm not back in town. Hayır bi de tipim de mesleki mükemmelliğim de aynı Harvey iyi mi (https://www.gentlemansgazette.com/suits-harvey-specter-hair-style/)? 10/10

Derviş Baba: Cihangir’deki kapanmış. Balat’takine gidecek kadar da iyi bir insan diilim. Unicef kartlarından mı alsam acep? Otur sıfır.

Tenis oyna: Pınar ve Melis sağolsun, bu aralar bokunu çıkarttım. Haftada 3. Sizi seviyorum kızlar. 10/10

Kankitolarla quality delirmeler: Bunda da iyiyim. Özellikle kışsa ve/veya can sıkkınsa kızarkadaşlar kadar iyisi yoktur. Ohhhh gelsin dedikodu, gitsin çaylar, kahveler, space kekler. Erkek arkadaşlarımı geceleri tercih ediyorum. 8/10

Yeğenleri mıncıkla: Çok özlüyorum eşşek sıpalarını. Birini yürütsem mi acep? Otur sıfır.

Taksiciyle memleket kurtarma: İtiraf edin, muhalif taksici bulunca "Ulan tabanda da varız, sadece yalıda viski içmiyoruz" diye düşünmüyonuz mu? Ama artık neredeyse her yere yürüdüğümden, bu konuda fosum. Bir de full podcast dinliyorum afedersiniz, muhabbet başlamıyor. Otur sıfır.

Ortalama Not: 5,8888888888'den 6. Ulan Kırmızılı, liseden beri birşey değişmemiş. Yine 5’ten şaşma 6’yı aşma.

Ama bu listeye yeni bir eklemem oldu bu haftasonu: “Bir boka yara”. Yani arada da olsa bir boka yara. Gidip kansere aşı bul demiyorum da ne biliyim birilerinin bir yaralı parmağına işe arada, di mi? Çünkü çok iyi hissettiriyor, inanın.

Geçen sabah uyandım. Bir mutluluk, bir keyif. Allah allah dedim ne oluyor, rüyamda Roger Federer’le mi götürüyordum? Sonra aklıma önceki gece geldi. Çok eski, çok sevdiğim, dünya güzeli bir çift arkadaşımla çıkmıştım. Bu aralar dertleri başlarından aşkın. Yakın ailede depresyon, anksiyete, intihar riski almış başını gitmiş.

Ben de her konuda olduğu gibi bu konuda da var olan engin tecrübelerimi paylaştım. Ben anlattıkça soru sordular, onlar ilgilendikçe ben anlattım, saatlerce konuştuk. Bir sürü isim, kitap, online kaynak önerdim. Hani normalde eşle-dostla buluşulduğunda gözler Instagram’da, “hı hı” diye karşıdakini geçiştirir, sonra da “aa bunu saymıyorum ama” denir ya (tabi ki “bu sayılmaz” karşındakinin yüzünü görmedin ki kopil). Neyse, bizim buluşma öyle değildi işte. Ve ben çok iyi hissettim sonrasında. Arkadaşlarımın yakınlarının benim önerdiğim referanslarla iyileşmesi fikri bile gülümsetti. Çocuk sahibi işte bu yüzde güzel olmalı, düşünsenize her gün bir boka yarıyorsunuz!..

Bir yandan da şunu duyar gibiyim: Ey Kırmızı Şortlu, sen alabildiğine yağız, dünyanın en iyi 3 tenisçisinden biri, dünya vatandaşı, salon erkeği, zengin saçlı bir mükemmelsin, sen ne bilirsin depresyonu, anksiyetiyeyi, intiharı????

Şaşıracaksınız ama ben mükemmel doğmadım arkadaşlar, hatta baya da boktan yerlerden geldim bu yükseklere. Hemen tam 8 sene öncesine ve tam Muş'a ışınlanıyoruz:

Şubat 2010. Muş. Monica’yla (Belluci) göz göze geliyoruz. Tumturaklı bir küfür savurup ardından da “Seni buralara kadar getirdim, bi b*ka yaramadın, bir de hükümet gibi kadın olacaksın, boyundan posundan kariyerinden utan be” diye söyleniyorum kendisine. Kendisinden kastım siyah-beyaz, hafif meme dekolteli bir fotoğrafı. Üstünde de “Komutanıma sevgilerle, Monica Belluci” yazıyor el yazısıyla. Türkçe.

Konunun geçmişi şöyle: ablam, Paris’te, tamamen tesadüfler silsilesi sonucunda Vincent Cassel (göt herif) ve Monica Belluci’nin asistanlığını yapmaya başlıyor. Ben de, asker öncesi kendisine ziyarete gittiğimde bir ziyaret de Monica’ya yapıyorum ve kendisinden 3 adet imzalı fotoğraf alıyorum: (i) biri kendisine hayran eski patronuma, (ii) biri kendisine hayran bir kız arkadaşıma, (iii) biri de kendisine hayran olacağından emin olduğum müstakbel komutanıma. O yüzden askere de rahat geliyorum. Nasolsa diyorum “komutanım”a bunu verince bana şehzade muamelesi gösterilecek, asker rahat geçecek. Ama asker rahat geçmiyor. Bir Allahın kulu Monica’yı bilmiyor. Memelerden bir tanır gibi oluyorlar ama o kadar.

Monica kıyağının işe yaramaması o sıradkai dertlerimin en önemsizi. Önem sırasıyla askeri ve sivil dertlerim ise şu şekilde:

  1. Şafak 98 (geceler karanlık)

  2. Ağır derecede insomniyakım (geceler uzun)

  3. Yarı işşizim. Aldığım maaş kiramı zor karşılıyor (geceler soğuk - kışın tek kalorifer peteği açabiliyorum sadece)

  4. Patrondan nefret ediyorum ama daha iyi bir iş bulma ihtimalim de yok gibi.

Ama beni asıl dertlendiren, tasalandıran bunlar bile değil. Derdim ben terhis olana kadar Minimusichall’un (“Mini”) kapanma ihtimali. Mini beklemiş beklemiş ben askerdeyken açılmış - hem de arka sokağıma! Tüm arkadaşlarım sürekli oradan bahsediyorlar. Onlar bahsettikçe içimi bir endişe kaplıyor: Ya Mini ben terhis olana kadar yaz geldi diye kapanırsa!

Yukarıdakiler dururken taktığım şeye bak arkadaş di mi! Ama asıl derdim Mini'yi kaçırmak değil, asıl derdim böyle bir endişemin olması. Yaş kemale ermiş olmasına rağmen, nasıl olur da hala bu kadar çıkmayı, içmeyi, sıçmayı sevdiğim. Ne zaman azalacak bu güdü diye merakta ve açıkçası endişedeyim? Tamam herkes biraz partiler ama, benimki sanki biraz fazla ha diye düşünüyorum (evet Kırmızıcım, fazla). Ve yakın zamanda bu partileme hırsıyla vedalaşacak gibi de değilim....

Ama vedalaşıyorum. Hatta yukarıdaki dertlerimin tümüyle tek tek vedalaşıyorum. Önce terhis oluyorum. Sonra psikiyatrist ve antidepresan yardımıyla insomniyadan kurtuluyorum. Sonra nefret ettiğim işimen ayrılıyorum. The Wire’ı bitirecek kadar uzun süren bir işsizlik dönemi ardından, ne yapıyor ne ediyor kendimi o senelerdir hayalini kurduğum bürolardan birine bacadan sokuyorum. Maaşım düzeliyor, evdeki tüm kalorifer peteklerini yakabilecek hale geliyorum.

Ama belki de en ilginci ve iyisi, yavaş yavaş partileme dönemim de bitiyor. Pazartesi sabahları “Bir rockstar weekend”in daha sonuna geldik yazmıyorum artık Facebook’a (Allahtan o zaman Instagram yokmuş, ilgi manyaklığımı beslemek için her gün bir şey koyardım heralde). Artık dışarı çıkmayınca birşey kaçırıyormuşum gibi de gelmiyor. Hatta tam tersi olmaya başlıyor. Düzenli gece hayatı yerini düzenli ilişki ve düzenli hayata bırakıyor.

2014. Nisan. Gözlerimi açıp tavana bakıyorum. “Allah kahretsin” diyorum içimden “yeni bir gün daha başlıyor”. Gündüzlerden nefret ediyordum. Geceler yine biraz daha çekilir – en azından içki içebiliyorum. Bugün yine o kadar da kötü değil, en azından ofise gitmek zorunda değilim. Çünkü 23 Nisan (ya bu arada Yaposu, bize 23 Nisan kapsamında Eskimo çocuk gelmedi, İzmir sıcağında kızamık da çıkarmadı. Şakaydı o).

Evden çıkıyorum, Harbiye üzerinden Nişantaşı’na yürüyorum. Gün İnek’in günü. En yakın arkadaşları olarak damatlık seçiminde kendisine yardım edeceğiz. Nişantaşı’nda, City’s önünde buluştuğumuzda garip birşey oluyor – İnek bana sarılır sarılmaz hüngür hüngür ağlamaya başlıyorum. İnek de ben de şaşırıyoruz ama, erkek milleti, ikimiz de üstünde durmayıp geçiştiriyoruz. Sonra diğer arkadaşlarımız ve müstakbel kayınpeder geliyor, Taci’den damatlığı seçiyoruz, yemek yiyoruz ve biraz sonra evli evine köylü köyüne dağılıyor.

Ama ben yalnız kalmaktan deli gibi korkuyorum. Bari içlerinden biri gitmesin, benle kalsın diye neredeyse yalvaracak hale geliyorum. Ama bok sürdürmek de istemiyorum. “Oğlum niye kalıyım birşey mi oldu?” deseler verecek cevabım yok. Acaba diyorum "Bende yolunda gitmeyen birşeyler mi var?".

İlerleyen günlerde yorgunluk, eklem ağrısı, bezginlik gittikçe artıyor. Ağlama hissi, zırlama nöbetleri de öyle. Ofiste güneş gözlüğüyle dolaşmaya başlıyorum yaşlı gözlerimi görmesin ofisin jelibonları diye.

Çıldırmak üzereyim – ne oluyor bana??? İnsan belgesel seyrederken ağlamaklı olur mu arkadaş! Acaba benden başka komodo ejderinin arkasından gözyaşı döken var mıdır diye düşünüyorum? Heralde 17-25 Aralık, herhalde 30 Mart seçimleri hezimeti, heralde winter blues, heralde geçici bir keyifsizlik diye düşünüyorum...

Derken o günlerde Youtube’da bir video çıkıyor. Bizim yaşlarda, bizim boylarda, bizim sınıflarda bir eleman, bir yandan şarabını içerken kendini iple Nişantaşı’ndaki evinin tavanına asıyor. Video üzerimde korkunç bir etki yaratıyor. Çünkü bir farkediyorum ki, intihar romantizmi bende de peydah olmuş! (açıkçası gerçekten intihar etmeyi hiç düşünmedim, sadece intihar düşüncesi daha pembe, daha romantik gelmeye başladı)

İşin ciddiyetini o zaman anlıyorum. Bu geçici bir “keyifsizlik” falan değil. Peki daha birkaç ay öncesine kadar Whatsapp gruplarına “Lan keyfim çok yerinde lan” diye mesaj atıp milleti gıcık eden, kaldırımda yürürken ıslıklar çalan Kırmızı Şortlu şimdi nasıl olur da ofisin arşivine gizlenir? Oysa ki herşeyi doğru yapmamış mıydım?

Saksıyı biraz daha çalıştırıyorum ve bingo – 4 senedir kullandığım anti-depresanı, yakın zamanda bıraktığım aklıma geliyor. Acaba diyorum, bununla alakalı olabilir mi? 15 dakikalık araştırma sonrası karşımda bir “SSRI (benim de kullandığım antidepresanın tipi) Withdrawal Syndrome support group” sayfası buluyorum. İnsanların forumlarda yazdıklarını okuyorum. Benim çektiklerimin aynısı! Sonunda bana ne bok olduğunu anlayıp seviniyorum (ve tabi ki ağlıyorum).

Sonra uzun süre uğraşıyorum SSRI Withdrwal Syndrome’la ama sonunda galip geliyorum. (Bu konudan muzdarip olan varsa, her türlü desteğe hazırım. Belki bir boka yararım.)

Bu SSRI Withdrawal Syndrome bende bir alarm işlevi görüyor. Benim gibi, kendinden-hayatından memnun, bir sürü dostu olan, seven sevilen, hep destek bir aileye ve dünya güzeli saçlara sahip birisi, nasıl olur da bu hallere düşer? Yani ben bile intihar düşündüysem vah milletin haline..

Insomniyayı çözmek için gittiğim psikiyatristin anti-depresan yazdığı güne kadar geri dönüyorum. Bana “Sen anksiyetiksin” dediği günü düşünüyorum. Önce şaşırmıştım. Benim gibi aşırı komik, neşeli, dumb-dumber tipli biri nasıl olur da anksiyetik olur demiştim. "Bunla onun alakası yok" demiş, ben de sanki bu solak olmak gibi birşey, sanki göz rengiymiş gibi kabul etmiştim. Anksiyetik olduğum için insomniyaktım, bu hapla da düzelecektim. Çok basit bir açıklama, basit bir süreç. Kendimi rahat hissetmiştim.

Sonra bol bol okuyorum, araştırıyorum, dinliyorum. Anksiyetenin de, depresyonun da ne bir özellik ne bir kader ne de bir hastalık olduğunu öğreniyorum. Bunlar vücudun yolunda gitmeyen birşeyler olduğunu bize bildirmesinden ibaret. Zaten modern hayatlarımıza bakınca vücudun alarm zilleri çalmasından normal birşey olabilir mi? Ne demiş ünlü düşünür Louis CKEverthing is amazing but nobody is happy”..Bu arada Louis özür diledi, üstüne gitmeyelim.

Tek öğrendiğim, hiçbir şeyin tek bir nedeni ve çözümü olmadığı. Depresyonun, anksiyetenin, bağımlılığın da öyle. Yediğine içtiğine dikkat etmek, iyilik edip iyilik bulmak, sevdiklerinle kendini çevrelemek, mümkünse arada kafayı kaldırıp ağaca böceğe bakmak lazım.

Yakın zamanlarda beşeri nedenlerle eser miktarda canım sıkıldı. Ama bu kez ne yapmam gerektiğini çok daha iyi biliyordum: Bol bol dostlarımla (ama özellikle kız) vakit geçirdim. Az içtim. Çok yürüdüm. Hatta sanırım biraz fazla yürüdüm. Bol bol sadaka verdim. Charles Bridge üzerinde Hallelujahcıların free hug teklifini kabul ettim. İspanyolca öğren(eme)dim. Endokronoloğa da gittim nutritional therapistten yardım da aldım. Seyahat de ettim bağırsaklarım iyi mi hoş mu diye bok testi de yaptırdım (hoşmuş) - hatta o boku cebimde koşa koşa laboratuvara yetiştirdim. Tapping de yaptım, meditasyon da, uyuşturucu da (ayahuasca next). Ahmet Kaya sonrasında Gogol Bordello açtım. Bol bol yazdım da (gördüğünüz üzere), dinledim de (bkz. Joe Rogan, Christopher Ryan). Arada da işte umarım bir boka da yaradım.

İşte böyle. Sevin oğlum birbirinizi, üzmeyin boktan şeylerden. Hepimiz mutluluk peşinde koşuyoruz sonuçta, kimdir, nerede bulunur bilmeden. Ama şunu biliyoruz: büyük baba Phil Dunphy'nin de dediği gibi "Tek başına kurtuluş yok"... Hadi gidin artık öpün eşinizi dostunuzu. Kis yu.


Recent Posts
bottom of page