Return of the Fizik Hocasi
Temmuz, 1998. bir kez daha Kuşadası, Nazilli Sitesi.
Hukuk fakültesi ikinci sınıf, en azından sene olarak, bitmişti. Aynı şekilde babamın benden herhangi bir adam çıkartma umutları da. Çünkü fakültedeki ilk senem gibi bu senemde de hemen hiçbir dersi vermeyi becerememiş olmama rağmen babam beni bu kez bir yere çırak vermeye kalkmamıştı. Ben de bunu üzerine, fazlasıyla hak ettiğim tatilimi geçirmek için Kuşadası’nın, karavanın yolunu tutmuştum.
Karavanın durduğu Turyat Kamping'de pek benlik bir şey yoktu çünkü kamping sakinleri yaşlı Almanlardı. Ve ben kampinglerde yeterince Alman ile tanışmıştım. Ne zaman bulunduğumuz kampinge Alman bir aile gelse annem ve babam beni gidip onlarla tanışmaya ve böylece Almancamı geliştirmeye zorlarlardı. Bu yüzden nice kızıl, sarışın, çilli Wolfgang’a, Christopher’a, Karen’e yanaşıp “Möchtest Du spielen?” diye sormuştum.
Gerçi bu çocukların bazıları Fransız, İtalyan, Norveçli çıkıyor ve suratıma bön bön bakıyorlardı ama olsundu, yine de genelde tutturuyorduk. Bu tanışmalar neticesinde Almancamı pek geliştiremesem de Türkiye’de olmayan bissürü oyuncakla oynama fırsatım olmuştu. Annemler ise kararlıydı, bu dil öğrenilecekti: bu yüzden yine kampingde tanıştığımız bir ailenin yanına (bkz. Meet the Wagners), taa Almanya’nın Yozgat’ına (bkz. Passau) daha Hazırlık’ın yazında (bkz. yaş 12) tek başıma yazı geçirmek üzere gönderilmiştim.
Bir keresinde de, Pamucak Kamping’de (ki Türkiye’nin en çirkin denizi ve en yoğun sivrisinek nüfusuna sahiptir) bir Alman üniversite öğrencisi ile tanışmıştım. Uzun saçlı, özgür ruhlu bu genç ile sahilde yürüyüş yapmış, ve kendisiyle derin bir sohbete dalmıştık. Bana Almanca mastürbasyon yapmak ne demek bilip bilmediğimi sormuş, ve bilmediğimi suratımın aldığı renkten anlayınca da, “Fünf zu Eins” (Türkçe 5’e 1) diye devam etmişti. Hatta bu teorik bilgiyle yetinmeyerek, beni çadırına götürmüş, önüme açtığı porno dergi eşliğinde “Fünf zu Eins”ı uygulamalı göstermişti...
Neyse sevgili Kırmızı Şortlu Çocuk esirleri, konuyu dağıtmayalım. Turyat Kamping’de bana hayat olmadığı için çıkıp Laz’ı görmeye Nazilli Sitesi’ne gittim. Sahildeki cafede pişti, bilardo ve çeşitli atari oyunları oynadıktan ve akşam olduktan sonra şansımızı Efes Pilsen’de denemeye karar verdik. O zamanlar her iki, bilemedin üç Efes kapağından bir tanesi “Sihirli” idi yani bedava bira demekti. Şansımız yaver gitti ve normalde 5’er bira içebilecek kadar paramız olmasına rağmen bedava kapaklar sayesinde neredeyse bir kasa bira tükettik. Artık daha fazla içemeyeceğimize ve benim de o halde kampinge dönemeyeceğime karar verince Laz’ların eve gidip uyumak üzere (Lada) Samaram’a atladık.
Eve olan mesafemiz yaklaşık 750 metre idi. Site içiydi. İnsan ve araç trafiği neredeyse yoktu. Sıfır ışıklandırmalı, sağ tarafımızda selvi ve okaliptüs ağaçları olan beton yolda giderken Laz “Buradan sağa” dedi bir anda. İki okaliptüs ağacının arasından Laz’ın işaret ettiği sokağa döndüm ve bir kanala düştük!...Laz’ın dön dediği sokak değil, iki ağacın arasıydı ve ağaçlar da sel sularını denize taşıyan beton kanalın iki tarafına, bir salak gidip de düşmesin diye dikilmişti belli ki.
Laz ve ben (aşağı yukarı)

Araba, kanalın kenarında, ön iki tekerlek havada olacak şekilde kalakalmıştı. Ben, ha dese kanala düşecek arabada, şoktan ne yapacağımı bilemezken Laz “Aaa burası yol değilmiş” dedi ve cümlesini bitirmeden horlamaya başladı.
Laz kafası ön panelde uyurken arabadan korka korka indim. Samaram’ın kanala kayıp iyice pelt olmasından ve bir daha hiç çıkaramamaktan korkuyordum. Önden çekişli olduğundan ve tekerler de havada olduğundan mümkün değildi yardımsız çıkartmak. Etrafı kolaçan ettim, sağına soluna baktım. Çaresizliğimizden emin olunca da, arabanın yanında betonun üzerine yatıp sabahın ve bir mucizenin olmasını bekledim...
Gün aydınlanınca ilk işim Laz’a gece olanları açıklamak oldu. Sonrasında da ankesörkü telefon kartı alabileceğim bir yer bulmakla uğraştım. Birkaç araç çekici numarası öğrenip aradım. Senelik harçlığıma denk gelen bir para istediler, ödemem mümkün değildi. Kös kös Samaram’a geri döndüm. Laz’la arabanın bir o yanına bir bu yanına geçip incelemeye, bir çıkış noktası bulmaya çalışıyorduk. Ben liderliği Laz’a bırakmıştım çünkü (1) onun sitesiydi ve (2) Boğaziçi’nde Elektronik okuyordu.
Derken kanalın öbür tarafından bir “Gençler naapıyorsunuz?” sesi geldi. Karşımızdaki full takım eşofmanı ve şapkasıyla sabah yürüyüşüne çıkmış emekli bir amcaydı. Durumu kısaca (i.e. araba kanala düştü) aktardık ve halimize gülüp de gitmesini, bizi derdimizle başbaşa bırakmasını beklemeye başladık. Ama o gitmek bir yana, derdimize derman olmak için oradaydı - çünkü o herhangi bir emekli değildi, öğretmen emeklisiydi, hem de Selma Yiğitalp Lisesi’nden emekliydi, hem de fizik öğretmeniydi –Mesih’in ta kendisi idi!
Şehadet getirip (kanalın diğer tarafından) önüne kapandık , af diledik ve kendisine biat ettiğimizi söyledik. Bize ilk emri “Bir kalas buluna” oldu. Bulduk, beğenmedi. Daha büyük bulun. Bulduk yine beğenmedi. Daha yuvarlak bulun...Kanalın dört tarafını aradık, taradık ve sonunda Mesih’imize layık bir kalas bulabildik.
İkinci emri “Urgan buluna” oldu. Urgan ne ulan diye birbirimize baktık, Laz ip diyo galiba dedi ve etrafta ip aramaya başladık. Ne kadar saçma bir şey aradığımızı aramaya başlayınca fark ettik. Laz sonunda cafeye gidip ip işini bir şekilde çözdü.
Üçüncü emir “Taş toplana” oldu. Deli gibi sağa sola koşuşturup taş aramaya başladık. Taşların bir kısmını beğeniyor, bir kısmı için ise “Bu ne biçim taş” diyordu. Onu mutlu etmek için kanalın etrafını bırakıp tüm sitede taş aramaya koyulduk ve tam Mesihlik onlarca taşla mabedimize geri döndük.
Dördüncü emir “Taşlar dizile” idi. Sorgusuz sualsiz, terden sırılsıklam, kanalın içine atlayıp taşları üst üste dizmeye başladık. Taşlar bir noktaya kadar geliyor, sonra devriliyordu. Yılmadık, kızgın güneşin altında, o taşları tek tek, arabanın havada asılı tekerleklerinin altına varana kadar dizdik. Sonra birimiz kalasla arabayı hafifçe kaldırırken, diğerimiz biraz daha taş sıkıştırıverdik.
Mesih’in büyük planı sonunda ortaya çıkmıştı. Son emri “Marş basıla” oldu. Arabanın direksiyonuna geçtim. Saatler süren eziyetin meyvesini yemek üzereydik. Marşa basmadan son bir kez kanalın karşısında beni izleyen Mesih’le gözgöze geldim. O ve havarileri (biz eziyet çekerken etrafına başka emekli öğretmenler de toplanmıştı) kendilerinden emin “Bas, bas, bas!” diye bağırıyorlardı. Marşa basmamla taştan setimiz darmadağın oldu...
Arabadan çıktığımda emekli güruhu çoktan topuklamıştı bile. Arkalarından bir süre söylenip kara kara düşünmeye başladık. Laz “Oğlum hepsini anladım da iple naapacaktı lan?” diye sordu, cevap veremedim. Biz böyle kös kös otururken bir gürültü duyduk. Kanalın diğer tarafında bir kepçe (evet bir kepçe) etraftaki molozları temizliyordu.
Issız adada gemi görmüş gibi kepçeye doğru koşmaya başladık. 10 dakika sonra Samaram dört tekerleğinin üzerindeydi...