top of page

Pride and Prejudice


Evet sevgili müptezellerim. Yine şanslısınız çünkü bu haftayı da ardı arkası kesilmeyen hayran mektuplarında sorduğunuz sorulardan birine ayırıyorum. Bu haftanın şanslı sorusu şu:

Yediğiniz en güzel dayak hangisiydi?

İnanır mısınız bilmem ama bu konuda uzunca düşünmem gerekti. Cidden her yediğim dayağın bende ayrı bir yeri var, ayrı bir izi var (pun intended). O yüzden seçmem çok zor oldu. Hatta acep bu konuda ayrı bir blog mu yapsam diye de düşünmedim değil.

Ama sanırım Şubat 97’de yediğim dayağın yeri hepsinden ayrı:

Hikayemiz Kadıköy’de geçiyor. Sevgili Hüseyin abinin evinde kuru-sulu demleniyoruz.

Hazirun şu şekilde: Hüseyin Abi (ki kendisi Adli Tıp’ta doktor olur), Taci Abi (Söke’li devrimci bir işçi ve hayatımda gördüğüm en büyük ellere sahip kişi), Kurşun Abi (tam ismini öğrenemedim. Benim iyiliğim için söylemediklerini söylediler. Almanya’da doğup büyümüş ve halen orada yaşayan – halen yaşıyorsa tabi – devrimci bir banka soyguncusu) ve Kurşun Abi’nin Alman manitası.

Müzik menüsü ise şöyle: Stan Getz- Astrud Gilberto, (pre-islamiyet döneminden) İsmet Özel ve Ahmed Arif şiir kasetleri ve kısmen Ezginin Günlüğü.

Salonun köşesinde, mum ışığında, minderlerde yarı doğrulup, yarı yatmaktayız. Kurşun Abi’nin Düsseldorf’tan getirdiği esrar yağından telef olmuş durumdayım. O ise sanki tüm akşam çay içilmiş gibi ayık, banka soygunculuğunun püf noktasını anlatıyor: "Önemli olan kaçış. İyi araban olacak. İyi araba sürmenin de en önemli noktası frene basmamak. Fren dediğin motorla yapılır.

Kafam o kadar güzel ki, anlatılanlar gerçek mi, değil mi ayrımını yapacak durumda bile değildim. Ama Kurşun Abi’ye gösterilen hürmete, suratındaki izlere ve yanındaki ablaya bakınca her dediğine inanasım geliyordu.

Derken içkimiz bitti. Hüseyin Abi'yle içki almaya çıktık. Hava buz gibi. Dışarısı karla kaplı. Ama Allahtan bende araba var. O zamanlar okul sonrası Sultanahmet’te bir turizm acentasında turizlere uçak bileti ve Kapadokya/Pamukkale turu satıyorum. Patron da arada arabayı bana bırakıyor.

Arabaya atlayıp Moda’ya gittik. Kaşe Market’e. Çünkü aylardan Ramazan ve gecenin bir vakti içki alabileceğimiz bir burası var. Zaten Caferağa’dan da bir taş atım mesafesi neredeyse.

Kaşe Market’in önünde Hüseyin Abi’yi beklerken arabanın camına birisi birşeyle vurdu. Buğudan hiçbir şey görmüyordum. Elimle buğuyu silince karşımda sırıtan bir trafik polisi buldum. Camı açmamla ağzımda alkolmetreyi bulmam da bir oldu: 117 promil. Abiler ramazanda nerede dükkan açacaklarını iyi biliyorlardı.

Arabadan fırlayıp dil dökmeye başladım: “Abi evim şurada, hava çok soğuk diye arabayı aldık, bak altımda eşofman ve terlik var sadece, cebimde kimliğim bile yok, alkollü araba kullanmıyom vallah billah, bak hukuk öğrencisiyim, ben de sizden sayılırım (ne alaka ise??)”. Polisin yüzü yumuşar gibi oldu. Tam beni bırakacak derken Hüseyin Abi marketten 6 şişe şarap ve rakıyla çıkınca hemen silkelenip “Hadi alıyoruz seni” dedi.

15 dakika sonra, Kadıköy sahilde, Beşiktaş İskelesi’nin ilerisindeki Kadıköy Merkez Karakolu’ndaydım.

Karakolda gözaltı işlemlerimi yapan polis memuru niye getirildiğimi sordu. Alkollü araç kullanma dedim. “Ramazan’da içki içiyon ha!” derken suratıma anasına küfretmişim gibi bakıyordu. Yerinden fırlayıp kolumdan tuttuğu gibi nezaretin kapısına götürdü, sonra da beni bir tekmeyle içeri fırlattı. Nezaretin içine doğru uçarken “O..... ç..... faşist polisler” dedim nezarettekiler duyacak ama dışardakiler duymayacak şekilde.

İçeriye devrimci bir yiğidin düşmesi ile nezaret de bir anda hareketlendi. İçerisi tıka basa insan doluydu ama karanlıktan kimsenin yüzünü seçemiyordum. El yordamıyla oturacak bir yer ararken elim birisine bankta yatan elemana çarptı. Eleman cesaretimden etkilenmiş olacak “Abi buyur sen geç” diyip kalktı. “Eyvallah kardaş” dedim doğma-büyüme bir İzmirli olarak. Banka uzandım ve kısa sürede huzurlu bir uykuya daldım…

Sabah nefis bir başağrısıyla uyandığımda, nezaretin yarısı boşalmıştı bile. Kalanı da yerde oturmuş, uzanmış salınacakları zamanı bekliyordu. İçerde tek bank olduğunu ve tüm geceyi horlayarak geçirdiğimi o sırada farkettim. Havanın aydınlanmasıyla içerdekiler de benim o “devrimci yiğit” olmadığımı anlamış olmalılardı.

Hazirun şu şekildeydi: Akmar Pasajı’ndan toplanmış birkaç metalci, büyük ihtimalle Kürt birkaç seyyar satıcı, 4-5 tane de ne idüğü belirsiz elemandan ibaretti. Kaybettiğim karizmamı geri kazanmam gerekiyordu. Sanki evdeki yatağımda uyanmış da ebeveyn banyoma yürüyormuşçasına nezaretin kapısına yöneldim. İçeriyi süzüp karakoldaki en babacan kılıklı polisi seçtim ve kendisini nezaretin kapısına çağırarak bodoslama konuya girdim:

- Ben ne zaman savcılığa çıkartılacağım?

Net ifadem ve prosedüre hakimiyetim mapus kardeşlerimin dikkatini çekmiş olmalıydı ki pür dikkat bizi dinlemeye başladılar.

- Sen niye gelmiştin?

- Alkollü araç kullanma.

Memur seçimimdeki hatamı Babacan’ın suratının aldığı ifadeden geç de olsa anlamıştım.

- Ramazanda içki içmeye utanmıyo musun lan, nasıl müslümansın sen?

Muhabbetimiz koyulaştıkça, nezaret maç izler gibi bizi izlemeye koyulmuştu. Gün liderlik gösterme günüydü.

- Müslüman değilim.

Babacan’ın tiksinme dolu suratında a splash of şaşkınlık ifadesi belirdi.

- Hristiyan mısın lan sen?

- Hayır.

- Yahudi misin lan sen?

- Hayır.

- Gevur musun lan sen?

Bu kez ufak bir şaşkınlık da ben yaşamadım değil. Ama çabuk toparlayıp çelik iradem ve olanca yağızlığıma cevabı yapıştırıverdim:

- Hayır.

- Ulan ne utanmaz adamsın, bir de iyi bir bok yemiş gibi konuşuyosun, ulan anan baban görse şu halini utanır lan utanır!

- Babam dini bütün adamdır, benimle de gurur duyar.

- Lan oğlum sen ne pis adammışın lan, lan senin cenaze nazasın kılınmaz Allah belanı versin lan!

Babacan suratı sinirden kıpkırmızı, küfrede küfrede karakolun içine dönünce ben de gururlu ve mağrur, beni bekleyen kalabalığa döndüm.

- Abi polisle öyle konuşulur mu sen niye yaptın öyle birşey ya? dedi Akmarlı gençler olanca hayranlıklarıyla.

Nezaretin ucuna doğru yürüyüp, sanki uzaklara bakarmış havalarında, arkamda oturan Akmarlı gençlere ajitasyona başladım:

- Polis dediğin nedir ki. Bizim vergilerimizle maaşını alan amme görevlisi değil mi sonuçta. Faşistler arkadaşlar korkudan beslenir. Korkmadığınızı gösterin ki yaşam alanları kalmasın.

- İyi de abi adamın g*tünden kan alır ama bunlar??

- Arkadaşlar, tek tek bir hiçiz, ancak birleşince varız. Gelin bizim Kadıköy’deki parti binasına, örgütlülük nasıl olur...

Lafımı daha bitiremeden nezaretin kapısı açıldı ve “Kimmiş ulan bizim Allahımıza küfreden???” diye bir nara çınladı. Arkamı döndüğümde Babacan, yanındaki kısa boylu, kel ve tıknaz polise beni gösterip “Aha bu it işte komiserim” dedi.

O anda bende talihsiz bir şimşek çaktı. Bu "Komiser" dediği herhangi bir komiser değildi, Yusuf Başkomiser idi. Kadıköy Merkez’in ünlü, psikopat, solcu düşmanı başkomiseri! Yani şöyle anlatıyım: standart ve özellikle solcu nefretiyle tanınmayan bir polis, yerde kan revan içinde yatan bir solcu öğrenciye gönül rahatlığıyla bir tekme patlatıp, akşam huzur içinde uyuyabilirdi. Yusuf Başkomiser’in ise çok daha korkunç hikayeleri vardı ve karşısında eşofmanla dehşete düşmüş şekilde duruyordum.

- Adın ne senin oğlum?

Oğlum” dehşetimi biraz azaltmıştı.

- Kırmızı Şortlu komserim.

Adımı söyler söylemez tam ağzımın üstüne bir yumruk yapıştırdı. Yumruk o kadar hızlı kalktı indi ki yumruk, ağzımdaki sızı olmasa hayal gördüğümü düşünebilirdim.

- Evladım, niye müslümanlığa küfrediyon lan.

Dudağımdan kan akarken bir yandan da kendimi ifade etmeye çalışıyordum:

- Komserim valla ben küfür falan..

Bu kez de bir kafa. O kadar kısaydı ki zıplayarak kafa atması gerekmişti. Ama belli ki bu konuda deneyimliydi. Kel kellesi burnumun üstüne şahane bir şekilde cuk diye oturuvermişti.

Ağzım ve burnum kanar halde, yüzümü kollarımla kapayıp salyangoz pozisyonuna geçtim. Yusuf Başkomiser bir yandan sırtımı sıvazlarken bir yandan da beni “Oğlumlar, evladımlar”a boğuyordu.

- Oğlum, hadi kaldır şu kafanı, bak valla vurmıycam.

- Komiserim Kuran nimet çarpsın küfür falan etmedim.

- Evladım tamam kaldır kafanı hadi bak vurmıcam söz.

Yusuf, doğrulup gardımı indirir indirmez bu kez bir hamlede boğazımdan yakalayıp sıkmaya ve deli gibi bağırmaya başladı:

- Ulan sen şimdi devrim diyecen, Marx diyecen, Lenin diyecen, bizi dinimizden mi edecen laaaaan, Atatürkçüyüz lan biz Atatürkçüüüü!

- Beeğng deee Ağğtatürğğğçüyüm ğomsehrimmm, beğhn de....

Yusuf Başkomiser, direnme azmimden etkilenmiş olacak, boğazımı sıkmayı bıraktı. Biraz sakinlemişe benziyordu. Belli ki bana saygı duymaya başlamıştı.

- Necisin lan sen?

- Öğrenciyim komserim.

- Nerde öğrencisin?

- Marmara Hukuk komserim.

Başkomserin surat bir anda değişti. Sanki sihirli kelimerler söylemiştim. Meğersem söylemişim.

Lan oğlum niye demiyon lan, sen bizim çocukmuşsun, dövmezdim oğlum ben seni” diyip beni tuttuğu gibi nezaretten çıkarttı. Nasıl onun “çocuk” olduğumu anlamamıştım. Hukuk öğrencisinin kesin hakim/savcı anne-baba-yakını vardır, onun da ağzına sıçarlar diye mi korkmuştu, ya da mertliğimden mi etkilenmişti bilemiyorum. Ama bir kaç dakika sonra kendimi Yusuf’un odasında patlak dudaklarımla çay içerken ve Yusuf’la laklak ederken bulmuştum.

Yusuf çayımı bitirir bitirmez bir polis arabasıyla savcılığa göndertti. Kapıya kadar bana eşlik edip bir de yanaklarımdan öptü. Savcılık da ifade verdikten sonra bizim parti binasına gittim. Orada beni turizm acentasından patronum, arabanın sahibi ve aynı zamanda Kadıköy İlçe örgütünün başkanı Nusret abi bekliyordu.

Nusret abi dudağımı görür görmez “Noldu lan!” dedi, “Faşistler mi saldırdı okulda?”. Ben “Yok Yusuf Başkomser dövdü” diyince de koca bir kahkaha koydu. “Lan” dedi “Yusuf’tan dayak yedin ha ahahahahah." Kafam iyice karışmıştı. Komiserden dayak yedik diye bir de t**şak oğlanı oluyorduk.

Gel şu Yusuf’u bir arayalım” diyip beni içeri çekti. Ben de duyayım diye ahizeyi bana yaklaştırıp konuşmaya başladı:

- Lan Yusuf lan, benim Nusret, oğlum bizim çocuğu dövmüşsün lan.

- Kimi dövmüşüm anlamadım?

- Kırmızı Şortlu, , bizim üyemiz o, alkollü yakalandı diye dövmüşün ya çocuğu.

- Abi ben nerden biliyim sizin üyeniz olduğunu, Marmara Hukuk’tanmış bir de onu da demediydi zaten, bilsem döver miyim?

Bu hoş sohbetin ardından Nusret Abi Yusuf’la tanışmalarının çok eskiye gittiğini, 80 öncesinde o Kurtuluş’un Kadıköy sorumlusuyken Yusuf’un da Kadıköy’de genç bir polis olduğunu, çok olayda karşı karşıya geldiklerini, Yusuf’un kendisine çok saygı duyduğunu söyledi. Sonra da “Kırmızı Şortlu Yusuf'tan dayak yemiş ya ahahahah” diye güle güle içeridekilere olayı anlatmaya gitti.

Haftaya "En unutamadığınız hırsızlığınız hangisiydi?" sorusunun cevabını arayacağız hep beraber. Kendinizi çok öpün.


Recent Posts
bottom of page